PİRİNİ TAŞLAYANLAR!
Merhum Erbakan: Muhterem kardeşim! Siz daha iyi bilirsiniz ki maarifimizde pire taş atmaktan daha ağır bir günah tanınmamıştır, hele mecazen pirin olan adam hakikaten PİR (ihtiyar) olmuşsa.
Refah partisinden malum genç kanadın ayrıldığı ve gömlek değiştirdiği dönemde hocanın ziyaretine gitmeyi kendime farz bilip Ankara’da Metin beyi arayıp hocadan randevu talebinde bulundum. (bunu hocanın tevazün gölgleye düşürmesin diye söylemeliyim ki hiç bir zaman hocayla görüşmek için başkasını aramak zorunda değildim ve cep telefonu yokken hocanın özel Telefon Numarasını arayıp bizzat kendisiyle konuşur, öyle ziyaretine giderdim. Hoca bana istediğin her zaman gece gündüz demeden beni ararsan sevinirim derdi.)
O günler kendimce hocanın belki bir az münkesir ve mahzun olduğunu düşünerek görüşteki tavrımın niteliği için bir mizansen hazırlamıştım. Yani her zamanki tavrımdan bir az daha farklı ve müridane bir yaklaşımla karşısına çıkmayı planlamıştım. Mesela hocamdan ve valideynimden başka kimsenin elini öpmezken, bu defa "müritlerinizden bir kısmı elense de, yurt dışından size müritler yağıyor" tabelasını resm etmek gibi bir manzara düşünmüştüm kendimce. Onun ulvi ruhunun bu gibi gösterişlere ihtiyacı olmadığının farkında olsam da, insanlık halidir diye hocayı bir hoca ve baba gibi nevaziş etmeği boynumun borcu addediyordum.
O zaten bir dahi idi ve elbette ki son olaylarla ilgili herkes için bir senaryosu vardı, ama yine de benim bir az farklı durumda olduğuma nazaran, yani hem öz hem özge karışımlı bir sıfatla göründüğüm için, belki benim gibi bir pozisyonda olan şahısa gereken metodu hazırlamamıştır diye, ağzın laf koymuş oldum ve "hocam eğer bu ayrılmayı kendi aranızda planlamış olsanız ki zannımca da öyledir, müthiş ve dahiyane ve de size yakışır bir plan çizmişsiniz, şu sekülerlerin baskılarını belki bir nebze olsa dahi azaltabilir ve kara bulutları üstünüzden az da olsa çekerler." dedim. Hocanın simasına acı ve keder kondu bir an. Benimle hasbihalin etkisiyle yüzüne ve dudaklarına konmuş tebessümün son izleri de kalktı ve silindi. Gözlerini gözlerimden alıp, yere baka durdu. Bir az bu suskunluk sürdükten sonra yüzüme bakarak dedi: "Muhterem kardeşim Asgar bey! Mevlana ne der, siz bilirsiniz:
her kim öz zanınca bane yar olur
sohbetimden talib-i esrar olur
siz de kendi kalbiniz, kendi terbiye yi ahlakınıza, şahsiyeten yapı tarzınıza ve kendi dünya görüşünüze uygun değerlendirmişsiniz olup bitenleri ve herkesi kendi gözlüğünüzle görüyorsunuz. O ise maalesef konu sizin niyetinizdeki gibi değildir. Sizin Üstatlarınıza karşı nice vefakar olduğunuzu defalarca sizi tanıyanlardan duymuşumdur. Sayın Rafsancani sizin nasıl hepimizin üstadımız merhum Şehriyarın son nefesine kadar hizmetinde durduğunuzu ve hala onun bayrağını omuzlarınızda ülke ülke taşıdığınızı söylerken, üstadın haline gıpta da etmişimdir. Şimdi aynı ruhun kendi mikyasıyla ve aynı vefakarane yaklaşımıyla bu son olaylar için nasıl bir senaryo düşündüğü daha çok canımı sıktı. Canım o manada sıkılıyor ki, sizin üstatlarınızın yaptıkları Allah u taalanın nezdinde o derece makbul imiş ki rabbim sizin gibi manevi evlat nasip etmiş ama demek bizim amellerimizin de mükafatı bu kadarmış ve kısmetimiz buymuş. Siz o stratejini vasıf ederken düşünüyordum ki demek bu da ola bilirmiş. Benim yavrularım, yıllarla koynumda beslediklerim keşke düşündükleri cefayı sizin gibi düşünerek bir plana çevirip getirseydiler ve karşıma öyle çıksaydılar. Ben ne olup bittiğini anlardım, anlardım ama bunun hayrı onlar için olurdu ve mahcubiyetlerini bu gibi bir poşete sarıp ta getirmişler derdim, lakin bu kadarı da yokmuş bu arkadaşların mahiyetinde. Ben kavgamızın bu uzun ince yolunda ne ayrılmalar ve kaymalar gördüm, fakat tüm darbeler ve ağır dönemlerde kimse bu gibi işlere el atmadı. Bulutların başımızın üstünden çekilmesini bekleyip, öyle terk ettiler. Bu arkadaşlar ise en çetin çağımızda böyle bir karar aldılar. O gece aklıma Mansur’un Bağdat’ta asılırken başından geçen hikâyesi aklıma geldi. Mansur dar ağacında maslup iken yabancılar ve sıradan insanlar üzerine taş kesek atmışlar lakin o şikayet etmemiş, fakat arkadaşları üzerine gül atarken ağlamış, siz bari atmasaydınız diye.
Muhterem kardeşim! Siz daha iyi bilirsiniz ki maarifimizde pire taş atmaktan daha ağır bir günah tanınmamıştır, hele mecazen pirin olan adam hakikaten PİR (ihtiyar) olmuşsa. Fakat aynı talimatımızda bu dahi vardır ki incinelim ama aman incitmeyelim."
Bu hasbihal beni acayip duygulandırmıştı. Munkalip oldum ve gözyaşlarımı tutamadım. Benimde aklımdan başka bir manzara geçti: HZ. Ebelfezl (İmam Hüseyin`in kardeşi) aile arasında mizah eder, eğlenirken amcası oğlu Şimr ibn-i Zi-il cevşen`e güreş teklifinde bulunur, fakat o her defasında kaçar ve ya ertelerdi. Aşura akşamı HZ. Ebelfezl`in kolları oklarla vurulup, kılıçla kesilmiş ve o Hazret yere düşdüğünde kardeşi İmam Hüseyin’i beklerken, Şimri baş ucunda hazır görüyor. Fakat Şimr ona yardım için değil, güreş yapmak teklifiyle gelmişti. HZ. Ebelfezl ona keşke kollarım üzerimde olsaydı da sana güreşin nasıl olduğunu gösterirdim demişti.
Ben o manzaraya dalmışken hoca bana seslendi: "Azizim Ferdi! Size ayrıca mühim bir ricada bulunmama müsade ediniz. Lütfen İranlı kardeşlerimize (mesul şahsiyetlere) aramızda biraderane geçen mevzulardan bahs etmemenizi rica ve temenni ediyorum. Ben İranlı din kardeşlerimin ne kadar vefakâr olduklarını bilirim, o yüzden şu bizim çocuklara bakışları sakın değişmemelidir. İnşallah onlar hele nice seçimler geçirecek ve inşallah galip de gelecekler, öyle olursa İranlı kardeşlerimin onları bu kusurlarıyla değerlendireceklerine gönlüm razı olmaz. Siz yine de onları benim etrafımdaymış gibi görünüz, yine benimle birlikte tasavvur ediniz.
Gözler ela ve kara olursa yaşarmış olduğu pek fark edilmez, ama renkli gözün yaşarması kızarmasıyla hemen fark edilir, hele o yaş taneleri göz gölünden taşıp yanaklara akarsa.
Asger FERDİ