Tesnim Haber Ajansı- İsrail’in sanat ve sinema arenalarında kendi hegemonyasını kurma çabaları, özellikle Oscar gibi uluslararası festivallerde “Schindler’in Listesi” veya “Hayat Güzeldir” gibi filmlerle kendi mağduriyetini abartarak öne çıkarma ve Gazze’nin acılarını anlatan eserleri sansürleme veya engelleme şeklinde iki temel taktikle yürütülüyor. Bu yaklaşım, son yıllarda bile sabit bir politika olarak devam etti.
Ancak son iki yılda Gazze’de yaşanan olaylar, İsrail’in bölgede işlediği soykırım ve bunun ardından dünya çapında milyonlarca kişinin sokaklara dökülmesi ile “Sabır Filosu”nun denize açılması, bu yapay hegemonyanın çökmesine yol açtı. Bugün uluslararası sanat ve sinema dünyası, her biri Gazze’ye dikkat çeken ve İsrail’i kınayan eserlere artan ilgi ve destek gösteriyor.
Yine de İsrail lobilerinin bölgedeki bazı ülkelerdeki etkisi, açıkça İsrail’i kınayan eserlere artık karşı koyamamalarına rağmen, bölgesel festivallerde benzer filmleri bastırmaya çalıştıklarını gösteriyor.
Bu durumun en belirgin örneklerinden biri, Türk yönetmen Necmi Sancak’ın filminin sansüre uğramasıdır. Sabah Daily’in haberine göre, ilk uzun metrajlı filmi “Ayşe” ile uluslararası festivallerde ödüller kazanan Sancak, filminin Türkiye’de sinema gösterimine hazırlanıyordu. Dağıtım şirketiyle sözleşme imzalanmış, gösterim tarihi belirlenmişti ve yönetmen, eserini yerel izleyicilerle paylaşmaya hazırdı. Ancak Sancak’a göre, gösterimden birkaç gün önce dağıtım şirketi sözleşmeyi tek taraflı olarak feshetti.
Nedeni, yönetmenin uluslararası aktivistlerin Gazze ablukası ve insanî krizine dikkat çekmek amacıyla düzenlediği sivil deniz misyonu olan “Sumud Filosu”na katılmasıydı. Anadolu Ajansı’na verdiği demeçte Sancak, “Sinema gösterim tarihini önceden planlamıştık. 3 Ekim’di” dedi. Dağıtım şirketi, ondan siyasi tutumu hakkında soru sormuştu. Sancak, “Bir Amerikan şirketi olduklarını söylediler… ve bunun onlar için sorun yaratabileceğini ifade ettiler” diye anlattı. Yönetmen, “Şu anda sessiz kalmak, soykırıma ortak olmak demektir. Bu yüzden ben susmayacağım” dedi.
Hem Türkiye’de hem de yurt dışında dikkat çeken eserleriyle tanınan senarist ve yönetmen Sancak, bu deneyimin onu şok ettiğini ancak bu konuda konuşmaya kararlı olduğunu belirtti.
Dikkat çekici olan, Avrupa’nın önde gelen festivallerinden Venedik ve San Sebastián gibi etkinliklerin, açıkça İsrail karşıtı olan ve Venedik’te katılımcıları İsrail bayrağıyla sahneye çıkaran “The Voice of Hind Rajab” adlı bir filmi yıllar sonra sansürden kurtararak göstermesi ve hatta ödülle ödüllendirmesidir. Oysa Müslüman bir ülke olan Türkiye, kendi yönetmeninin Gazze’nin mağduriyetini anlatan ve susmuş bir hak sesini duyurmaya çalışan filmini sansürlemektedir. Bu durum, İsrail’in bölgedeki sansür mekanizmasının etkisini, ancak aynı zamanda bu gücün giderek zayıfladığını da göstermektedir.
Bu zayıflama, İsrail’in kendi içinden de ortaya çıkmaktadır. Yakın zamanda İsrail’in Oscar adayı seçtiği “Deniz” (HaYam) adlı film, İsrail güvenlik ve askerî yetkililerinin öfkesini uyandırdı. Filmin konusu, işgal altındaki Batı Şeria’da yaşayan 12 yaşındaki bir Filistinli çocuğun, askerî kontrol noktalarını ve sayısız tehlikeyi aşarak hayatı boyunca ilk kez Tel Aviv sahiline ulaşma mücadelesidir.
udüs Film Festivali’nde de övgüyle karşılanan bu film, İsrail’in Oscar adayını belirleyen Ofir Ödülleri töreninde “En İyi Film” başta olmak üzere “En İyi Erkek Oyuncu” (Muhammed Ghazzawi), “En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu” (Halifa Natour), “En İyi Senaryo” ve “En İyi Müzik” ödüllerini aldı.
Elbette bu filmin İsrail’de çekilmesi nedeniyle İsrail’in varlığını reddetmediği ve geleneksel yaklaşımıyla Filistin ile barış arayışında olduğu açıktır. Ancak Filistinlilerin mağduriyetine odaklanması ve İsrail askerî güçlerine yönelik eleştiriler, İsrail Kültür Bakanı Miki Zohar’ın sert tepkisine yol açtı. Bakan, devletin bir sonraki yıldan itibaren Ofir Ulusal Sinema Ödülleri’ne hiçbir bütçe ayırmayacağını açıkladı. Bu yılki Ofir töreni, Birleşmiş Milletler’in bağımsız komisyonunun İsrail’in Gazze’de soykırım işlediğine dair raporunu yayımlamasından yalnızca birkaç saat sonra gerçekleşmişti.
Zohar resmî bir açıklamada, filmin seçilmesini “aşağılayıcı” ve “İsrail vatandaşlarına tokat gibi” nitelendirdi ve şöyle dedi: “Bu utanç verici ve halkın kimliğiyle bağdaşmayan tören, artık vergi mükelleflerinin parasıyla düzenlenmeyecek. Benim yönetimimde, İsrail vatandaşları, ordumuzun kahramanlarına hakaret eden bir törene para ödemeyecek.”
Bakanın bu kararına karşı İsrail Sinema ve Televizyon Akademisi, bunun “kültürel özerkliğe ve sanatsal özgürlüğe doğrudan bir saldırı” olduğunu açıkladı. İsrail Medeni Haklar Derneği de bu kararın hukuki incelemesine başladı ve Kültür Bakanlığı aleyhine resmi dava açma ihtimalini değerlendirdi.
Zohar, daha önce eleştirel temalı filmlerin aday gösterilmesine karşı uyarıda bulunmuştu; bu kez ise kararını uygulamaya koyarak, Filistin’in mağduriyet gerçeğini inkâr edemeyen bir kurumun bütçesini kesti. Bu durum, kültürel yönetimin sansürü olarak tanımlanmalıdır.
Nadav Lapid’in “Evet” (Yes) adlı filmi, İsrail toplumunu Gazze’nin insani krizi karşısında sorgulayan mizahi bir bakış açısı sunarken; Natalie Braun’un “Oksijen” (Oxygen) adlı filmi, oğlunu askerlikten kurtarmaya çalışan bir annenin hikâyesini anlatıyor. Bu tür filmler de İsrail Kültür Bakanı’nın tepkisini çekmişti.
Dolayısıyla İsrail’in sansür mekanizması, kendi sinemasının Gazze’nin mağduriyetini ve yalnızlığını anlatma çabalarına bile karşı koyamamaktadır. Öte yandan, Avrupa festivallerinin gücü ve İsrail’e yönelik uluslararası tepkiler karşısında bu mekanizmanın etkisi sınırlı kalmakta; “The Voice of Hind Rajab” gibi bir film Gümüş Aslan ödülünü alabilmektedir. Ancak Antalya ve yakın zamanda düzenlenecek diğer bölgesel festivallerde İsrail lobilerinin baskı uygulamaları görülebilir; ancak bu lobilerin gücünün gün geçtikçe azaldığı ve son günlerine yaklaştığı açıktır.