Tesnim Haber Ajansı- ABD Başkanı Donald Trump, pazartesi günü Siyonist rejimin parlamentosu olan Knesset’te yaptığı konuşmada ve sonrasında verdiği röportajlarda İran ile barış sağlama isteğinden söz etti ve bu barışın İran’ın yararına olabileceğini iddia etti.
Sıfır Toplamlı Oyun
Bu açıklamalar, ABD’nin dış politikasının ister Trump döneminde ister önceki yönetimlerde özel bir “barış” tanımına dayandığını gösteren bir dönemde yapılmaktadır: Bu tanımda, karşı taraf ABD’nin taleplerine tamamen boyun eğmeli ve anlaşma tek taraflı olarak ABD’nin çıkarlarını güvence altına almalıdır.
Uluslararası ilişkilerde “sıfır toplamlı oyun” olarak adlandırılan bu anlayışta, tüm kazanç bir tarafa, tüm kayıplar ise diğer tarafa gider. Bu yaklaşım, ABD’nin İran’a karşı yürüttüğü askeri operasyonlarda, ekonomik yaptırımlarda ve diplomatik müzakerelerde açıkça görülmektedir. Bu geçmişin incelenmesi, mevcut barış teklifinin diplomasiden çok, tek taraflı şartları dayatma girişimi olduğunu ortaya koymaktadır.
Bundan sadece birkaç ay önce, temmuz ayında, Trump yönetimindeki ABD, İran’ın Fordo, Natanz ve İsfahan’daki nükleer tesislerine saldırı düzenledi. Dikkat çekici olan husus, bu saldırıların İran’ın Umman arabuluculuğunda ABD ile dolaylı müzakereler yürüttüğü bir dönemde gerçekleşmiş olmasıdır. Bu eylem yalnızca müzakereleri durdurmakla kalmadı, aynı zamanda Washington’un anlam dünyasında askerî eylemlerin hâlâ diplomasi ve müzakerenin bir parçası olduğuna dair açık bir mesaj gönderdi.
Bu model elbette yalnızca Trump’a özgü değildir; ABD’nin İran’a yönelik davranışları üzerinden bu yaklaşımı daha net anlamak mümkündür. Barack Obama döneminde 2015 yılında imzalanan nükleer anlaşma KOEP, diplomasi yönünde bir adım olarak tanıtılmıştı. Ancak ABD bu anlaşmayı İran’a hiçbir ekonomik fayda sağlamayacak şekilde uyguladı.
İran Merkez Bankası’nın o zamanki başkanı Veliyullah Seyf, anlaşmanın yürürlüğe girmesinden yaklaşık bir yıl sonra, 2016’da yaptığı açıklamada, bu nükleer anlaşmanın İran için “neredeyse hiçbir” ekonomik getirisi olmadığını belirtti. Bunun nedeni, ABD’nin ikincil yaptırımlarının İran’ın küresel finans sistemine erişimini ve yabancı yatırım çekmesini engellemesiydi.
Bundan bir süre sonra, dönemin ABD Dışişleri Bakanı John Kerry, Kongre’de düzenlenen bir oturumda İran’ın yalnızca yaklaşık 3 milyar dolar tutarındaki dondurulmuş varlıklarına erişim sağlayabildiğini doğruladı. Oysa İran, 100 ila 150 milyar dolar arasında bir meblağa erişmeyi bekliyordu.
Yaptırımlar Uygulaması; Barış Ve Müzakerenin Bir Parçası
Amerikalılar için barış ve müzakerenin bir diğer aracı da ekonomik yaptırımlardır. Amerika Birleşik Devletleri ister müzakereler sürerken ister bir anlaşmaya varıldıktan sonra olsun, yaptırımları kullanarak hedef ülkenin ekonomisini askıda ve koşullu bir durumda tutmaya çalışmaktadır.
Barack Obama’nın başkanlığı döneminde nükleer anlaşmanın KOEP uygulanması sırasında, Amerikan yönetimi bir yandan uluslararası şirketlerin İran’la herhangi bir ticari ilişkiye girmekten duyduğu endişeyi sürdürmeye, diğer yandan ise İran pazarının dikkatini sürekli olarak ABD yetkililerinin söylem ve eylemlerine yönlendirmeye çalıştı. Böylece, İran’ın siyasi sisteminin davranışlarını kontrol ederek onu kendi istediği yönlere yönlendirme amacı güdülüyordu.
Obama’dan sonra Donald Trump, KOEP’nın arka planındaki anlamları çok daha açık biçimde ortaya koydu. Trump, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi tarafından onaylanmış bu anlaşmadan çekildi ve İran’a yönelik yaptırımları yeniden yürürlüğe koydu.
Trump ve yönetim yetkilileri, yaptırımların yeniden uygulanmasının amacının İran halkının geçimini zorlaştırmak, halk arasında hoşnutsuzluk yaratmak ve onları sokağa dökmek olduğunu defalarca itiraf ettiler. Bu stratejinin nihai hedefi, İran İslam Cumhuriyeti’ni “müzakere masasına” oturtmaktı.
Trump ayrıca, ABD’nin diplomatik anlaşmalarına ilişkin anlam dünyasına yeni bir unsur da ekledi: Artık anlaşmalar yalnızca ABD’nin çıkarlarını güvence altına almakla kalmamalı, aynı zamanda onun narsistik eğilimlerini ve hastalıklı dürtülerini de tatmin etmeliydi.
Trump döneminde uygulanan bankacılık engelleri, COVID-19 salgını sırasında İran’ın aşı ve tıbbi ekipman satın almasını zorlaştırdı ve milyonlarca insanın hayatını riske attı. Ayrıca, Kirmanşah depremi sırasında, halka taziye mesajı göndererek barışsever bir tavır sergiler gibi görünmesine rağmen, depremzedelere yardım için toplanan fonları bloke etti.
Biden ile Trump Arasında Bir Fark Yok
Donald Trump’ın ilk başkanlık döneminin ardından, Joe Biden her ne kadar selefinin İran politikalarını özellikle de nükleer anlaşmadan KOEP çekilmesini eleştirmiş olsa da, İran’a yönelik tam olarak Trump’ın izlediği politikaları sürdürdü. Beyaz Saray’daki dört yıllık görev süresi boyunca İran’a uyguladığı birçok yaptırım, Trump tarafından çıkarılan yürütme emirlerine dayanıyordu ve sonuç olarak Amerika Birleşik Devletleri nükleer anlaşmaya geri dönmedi.
Trump’ın ikinci başkanlık döneminde bu politikalar daha da sert biçimde uygulanmaktadır. Trump yalnızca İsrail’in İran tesislerine yönelik askerî saldırılarını desteklemekle kalmamış, aynı zamanda yeni yaptırımlar uygulayarak ve ekonomik baskıyı artırarak İran’da iç kriz yaratmaya çalışmıştır.
Oysa tarihsel deneyimler göstermektedir ki bu tür baskılar İran’da siyasi rejimin değişmesine yol açmamış, tam tersine halk ve siyasi elitler arasında dış baskılara karşı direnci güçlendirmiştir. Aynı şekilde, Amerikan saldırıları İran toplumunun farklı kesimleri arasında daha fazla dayanışma yaratmıştır.
Sonuç olarak, Donald Trump ve ekibinin “barış” teklifi, ABD’nin İran ve diğer bağımsız ülkelere yönelik dış politika geçmişinden bağımsız olarak değerlendirilemez. Bu teklif, gerçek diplomasiden çok, ABD’nin İran’a kendi iradesini dayatma stratejisinin bir parçasıdır.
İki ülke arasındaki ilişkilerin tarihi göstermektedir ki Washington’un “barış” olarak adlandırdığı şey, gerçekte karşı tarafın teslim olması ve ABD’nin tek taraflı çıkarlarının güvence altına alınması anlamına gelmektedir. Bu koşullar altında İran ile ABD arasındaki ilişkilerin geleceği, aldatıcı vaatlerle değil, güç dengesi ve karşılıklı saygı temelinde şekillenecektir. Ancak şimdiye kadar ABD’nin davranışlarında böyle bir yaklaşım görülmemiştir