Sıradışı Bir Anlatıcı: Abbas Kiyarüstemi’nin Ardından


İranlı auteur Abbas Kiyarüstemi, geçtiğimiz hafta hayata gözlerini yumdu. Kiyarüstemi, insan doğasını ve ilişkilerini konu olan görsel hikayeleriyle sinema severleri kendisine hayran bırakan esrarengiz ve sıradışı bir anlatıcıydı.

Tesnim Haber Ajansı - Hikayeleri, hem hayatın içinden oluşlarıyla tanıdık manzaraları gözler önüne seriyor; hem de absürd doğalarıyla şaşkınlık yaratıyorlardı. Filmleri, anlamlarını kolaylıkla ele vermeyen, sükunet, hüzün yansımalarıyla dopdolu; fakat aynı zamanda, anlaşılmaz, dolaylı stiliyle seyirciye meydan okuyan, duygusal çatışmaları irdeleyen yapımlardı. Bütün bunlara muzipce gülümseyen karmaşık bir mizah anlayışı eşlik ediyordu.

Kiyarüstemi, sıklıkla, çocukların masum dünyalarına eğilen “gerçekçi kıssa” filmlere imza attı. Bu, onun ülkesinin politik baskısını ve müdahaleleri önlemek için oluşturduğu bir deyim de sayılabilir. Ülkesine oldukça sadık olan Kiyarüstemi, Jafar Panahi ve Muhammed Rassoulof gibi yönetmenlerden farklı olarak kendisini ülkesinden uzaklaştırmamıştır.

Ancak, siyaseti göz ardı ettiği de söylenemez. Radikal, minimalist filmi On (2002), bir arabadaki iki sabit kamerayla bir kadının şehrin içinde gezinişini ve arabasına aldığı yolcularla sohbetlerini odağına alır. Bu yolcular, genellikle partnerlerinden kötü muamele gören kadınlardır.

Kiyarüstemi’nin belirgin sadeliğinin yanında, son derece sofistike ve bilinçli bir tarz da kendini gösterir. Erken dönem üçlemelerinden birinde, ki bunlar çoğunlukla Koker Üçlemesi olarak anılır, Arkadaşımın Evi Nerede? (1987), Ve Yaşam Sürüyor (1992), Zeytin Ağaçlarının Altında (1994).

İlk filmde, genç bir çocuk, Koker’den yakınlardaki bir köye seyahat eder; ikinci filmde, yönetmen birinci hikayedeki iki çocuğun 1990 İran depreminden kurtuluşunu anlatır; üçüncü filmde, kurgusal bir yönetmen ikinci filmdeki bir yan hikayenin peşine düşer.

Kayrüstemi’nin filmleri, anlaşılmaz, bazen zorlayıcı ve hatta çileden çıkarıcı olabilirler; fakat her daim büyüleyici ve tamamıyla özgün olduklarını kabul etmemiz gerekir.

Birçok eleştirmen için, yönetmenin en iyi filmi, Kirazın Tadı (1997)’dır. Bu, eşsiz bir ahlaki güzellik barındıran ilginç bir yapımdır. Yorgun görünümlü, orta yaşlı bir adam, Tahran’ın işçi pazarlarında, küreği olan, emir alıp soru sormayacak birini arar: Adam, aşırı doz ilaç alarak intihar edecektir ve sonrasında birinin kendisini gömmesini istemektedir.  Bu, şaşkınlık ve korku yaratan bir tekliftir; yabancılardan cinayet benzeri bir olayı örtbas etmesini istemiştir. Birçok kişi onu vazgeçirmeye çalışır ya da bu düşmüş dünyanın basit zevklerini yaşamaya ikna etmeye çalışırlar, kirazın tadı gibi.

Kiyarüstemi’nin On’da odağına aldığı araba sohbeti, açık havada, gerçek şehrin gerçek sokaklarında çekilebilecek bir sahneyken, otoritelerden kasten saklanmak için arabada çekilmiştir. Film, Kiyarüstemi’nin üslubunu açıkça ortaya koyar: Her zaman arabalarda, ne kamusal ne de tam anlamıyla özel alanlardaki uzayan sohbetlerle büyülenmişcesine konuşmacılar hakkında daha fazla şey açığa çıkarmaya koyulur.

Kiyarüstemi, ayırt edici auteur özelliklerini de ortaya koyar: Diyaloğun sadece tek tarafını gösterir; ki bu, ilk kez karşılaşıldığında kafa karıştırıcı olabilen bir durumdur. Yine de, büyük yönetmenlerin sıradan ölümlülerin hata olarak görebileceği tuhaflıklarıyla öne çıktığını düşünürsek, bu olağandır. Örneğin, klasik ters açı yöntemini ortadan kaldırarak, karakterlerden birini diğerine soru sorarken gösterir ve cevabı beklerken, diğer karaktere yönelmek yerine, kamerasını soruyu soran karaktere odaklar. Bu, Kiyarüstemi’nin alışkanlığı kıran tekniğine ait, zekice kotarılmış, zarif bir tuhaflıktır.

Kirazın Tadı’nda, ana karakterin neden intihar etmek istediğini bilmeyiz; üstelik film de karakter de sempati ya da üzüntü beslenmesi bulmaya çalışmasıdır. Film, depresyondan muzdarip olan herkese yöneliktir: Bu durum, Bir Hayatın Sırrı’ndaki Michael Henchard’ın acıyla ve buyurganlıkla kendisini kimsenin hatırlamaması gerektiğini söylemesi gibidir.

Kiyarüstemi’nin sonraki filmleri, İran dışında çekilmiştir. Örneğin İtalya’da çekilen Aslı Gibidir (2010)’de Juliette Binoche ve William Shimell, ünlü bir yazar ve ona şehri gezdirmekle görevli bir kadın arasındaki ilişkiyi canlandırırlar. Merak uyandırıcı, fakat yapmacık ve durağan tonuyla bu film, Kiyarüstemi’yi Koker Üçlemesi günlerinde cezbeden gerçeklik ve kurgunun farklı bir versiyonu olarak kabul edilebilir. Örneğin Sevmek Gibi (2012) de genç ve güzel bir Japon eskort, yaşlı bir akademisyence kiralanır; merak uyandırıcı, harekete hazır, kendinden emindir fakat garip şekilde bitmemiş gibidir; seyirci sanki bu gibi bir durumun nasıl sonlanacağını tahmin etmeye teşvik edilir.

Rüzgar Bizi Sürükleyecek (1999)’in başında, film yapımcılarının arabası geniş fakat özelliksiz bir manzarada ilerler; tek bir ağacın olduğu uzun ve dolambaçlı bir yolda. Ekip, bir ağacın yanında olduğunu tahmin ettikleri köyü ararken kaybolur. Film yapımcısı, tuhaf bir şekilde, Sohrab Sepehri’nin bir dizesinden alıntı yapar: “Dar bir geçit var ağacın yanında / Tanrı’nın rüyalarından daha yeşil”. Bu şiirsel an, hassas ve uhrevidir, bir meslektaşımın da dediği gibi “Kiyarüstemi’min Kirazın Tadı’na atıfta bulunduğu Beckett vari bir sahnedir, ironik bir dönüşle, bir iğnenin batışı gibi keskin bir sızı bırakır.” 1
Kiyarüstemi’ nin şiirsel sineması, insanî dokulara yönelen tezatlar ve dünyevi tatlarla doludur. Ve bu lezzetlerle anılmaya / yaşamaya devam edecektir.

Zeynep Şenel Gencer

Sosyal Bilimler Platformu’